Ekolojik Kriz ve Post-Faşizmin Yükselişi
[Heimatlos Kültü kolektifi yoldaşları tarafından yapılan çeviri]
Ekolojik kriz, sosyal yeniden üretimin maddi koşullarını derinden etkilemekte ve “doğal afetlerin” ötesine geçerek kapitalizme içkin çelişkilerin derinleşmesini kapsamaktadır. Bu kriz sadece sel, kuraklık ve salgın hastalıklar gibi olaylarda kendini göstermekle kalmıyor, aynı zamanda çatışmaların, sosyal huzursuzlukların ve kitlesel yerinden edilmelerin körüklenmesinde de doğrudan rol oynuyor. Aşağıda, ekolojik kriz ile post-faşist akım olarak adlandırdığımız ve tüm dünyada yükselen siyasi ve ideolojik bir eğilimin yükselişi arasındaki bağlantıya dair kapsamlı bir argüman ortaya koymaya çalışacağız. Post-faşizm, sosyal varoluş koşullarına yönelik yaygın kitlesel öfkenin, otoriter liberalizmin ana akım biçimlerine en ufak bir meydan okuma olmaksızın milliyetçiliğe, ırkçılığa ve etno-kültürel çatışmaya dönüşmesinin siyasi biçimidir. Bunun yerine, bu biçimlerin tamamlayıcısı olarak, bir zamanlar uç ve kabul edilemez olarak görülen politikaları normalleştirmek için bir kaldıraç görevi görürken, aynı zamanda onları meşrulaştıran sahte bir düşman yaratır.
Toplum ve doğa arasındaki metabolizmanın kapitalist biçimi
Toplum ve doğa arasındaki metabolizmanın kapitalist biçimi, sermayenin öz-valorize değer olarak kendi kesintisiz ve sınırsız genişlemesine yönelik eğilimi ile tanımlanır. Bu eğilim, hayvanların ve bitkilerin biyolojik yeniden üretim döngüleri gibi üretimin doğal olarak belirlenmiş maddi ve zamansal koşullarıyla zorunlu olarak çatışır. Değer biçiminin homojen, bölünebilir, hareketli ve niceliksel olarak sınırsız karakteri, niteliksel çeşitlilikleri, yerel özgüllükleri ve niceliksel sınırları ile doğanın ürünlerinin birliği ve bölünmezliği ile doğrudan karşıtlık içindedir.
Sermayenin sosyal olarak koşullandırılmış her doğal sınırı aşılması gereken bir engel olarak görmesi, böyle bir aşımın yerel ve hatta gezegensel ekolojik dengeleri bozmadan gerçekten mümkün olduğu anlamına gelmez. Aksine, tam da burada hem yerel ve çevresel ekosistemlerde yıkıcı değişiklikler hem de gezegensel ekolojik dengenin daha kapsamlı bir şekilde bozulması potansiyeli ortaya çıkmaktadır. Mevcut gezegensel ekolojik dengenin bozulması (Antroposen’in ortaya çıkmasıyla), sera gazlarının, kirleticilerin ve toksik maddelerin birikmesi ve iklimin potansiyel olarak geri dönüşü olmayan felaket niteliğindeki değişimi — insanın sosyal ihtiyaçlarının karşılanması için doğal ön koşulların yok olmasına yol açarak – toplum ve doğa arasındaki çatışmanın kaçınılmaz sonuçları değildir. Aksine, bunlar kapitalist üretim tarzının yaygınlığına bağlı özgül tarihsel olgulardır.
Kapitalist yöneticiler ve uzmanlar, yönettikleri şirketlerin ve devletlerin üretim süreçlerine içkin savurgan ve yıkıcı uygulamalar nedeniyle sermayenin üretkenliği tehlikeye girdiğinde “doğal kaynakların rasyonel yönetimini” tartışmaya başlarlar. Buna ekili arazilerin tükenmesi, ormansızlaşma, su kirliliği, kolayca çıkarılabilen fosil yakıtların ve nadir elementlerin tükenmesi vb. dahildir. Çevresel bozulma, tarımsal üretkenliğin yavaşlaması ya da kirlilikle bağlantılı hastalıklarla mücadele harcamalarının artması gibi sermayenin genişletilmiş yeniden üretimini engellediğinde ve böylece emek gücünün değerini artırdığında, bu çevresel bozulma örnekleri ana akım iktisat tarafından diğer terimlerin yanı sıra “çevresel dışsallıklar” ya da “mülkiyet haklarının eksikliğinden kaynaklanan piyasa başarısızlıkları” olarak etiketlenir. Bu kategoriler, ekonomi zırvalarına göre “dışsal çevresel ekonomileri içselleştirmek” amacıyla, tüketim vergilerinin uygulanması ve “çevre dostu teknolojilerin” (“Yeşil Anlaşma [Green Deal]”, “yenilenebilir enerji”, “döngüsel ekonomi” ve benzerleri) benimsenmesi için kapitalist işletmelere sübvansiyon sağlanması yoluyla artan sermaye maliyetini küresel proletaryaya kaydırma gerekliliğini gizemli bir biçimde temsil etmektedir.
Sosyal bir kategori olarak doğa
Doğa doğrudan verili değildir: doğanın dolayımsız bilgisi olamaz. Onun bilgisi ve kavramı sosyal olarak dolayımlıdır: sosyal gelişimin herhangi bir aşamasında doğal olanın algılanışı ve bunun insanlıkla ilişkilenme biçimi ile bu kavramın biçimi, içeriği, kapsamı ve nesnelliği sosyal koşullardan etkilenir. Dolayısıyla, doğanın ” sosyal bir kategori ” olduğu önermesi, her şeyden önce, tüm doğal nesnelerin belirli bir toplumda hüküm süren temel nesnellik biçimi —yani kapitalizmde değer biçimi— tarafından sosyal olarak dolayımlandığını ima eder.1
Daha önce de ileri sürdüğümüz gibi, öz-valorize değerin sınırsız genişleme eğilimi, doğayı insanlık için salt bir nesneye, salt bir fayda meselesine, zenginliğinin ve gücünün israf edilmesi kaygısı olmaksızın özgürce el konulacak bir nesneye dönüştürür — “sonraki nesillere iyileştirilmiş bir halde miras bırakılması” bir yana.”2 Toplum ve doğa arasındaki metabolizmanın, doğal kaynaklar tükenmeden zengin ve çeşitli insan ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlayabilecek rasyonel bir düzenlemesi yoktur. Bugün karşı karşıya olduğumuz ve ana ifadesi yıkıcı iklim değişikliği olan ekolojik krizin temeli budur.
Ancak kapitalizmin ekonomik yapısından kaynaklanan bu soyut, hesaplanabilir ve biçimsel/araçsal olarak rasyonel doğa anlayışının yanı sıra, sermayenin şeyleşmesine ve onun “insanı insani özünden soyma” eğilimine karşı bir tepki olarak başka bir doğa anlayışı ortaya çıktı: insan uygarlığının yapay yapılarının aksine doğaya organik bir büyüme anlamı atfeden romantik-irrasyonalist bir anlayış. Georg Lukács’ın zekice belirttiği gibi: “Şeyleşmeye karşı militan bir slogan olarak ‘organik büyüme’ kavramı, Alman romantizmi, tarihsel hukuk okulu, Carlyle, Ruskin vb. aracılığıyla giderek daha açık bir gerici çağrışım kazandı.”3 İddialarına rağmen, romantik/organikçi doğa anlayışı, şeylerin yaygın düzeninin meşrulaştırılmasına hizmet eder. Kapitalist şeyleşmeyi reddetmesi, yalnızca modernitenin eşitlikçi, anti-hiyerarşik, anti-otoriter unsurlarına karşı bir muhalefet niteliği taşır ve dahası, bu akımın faşist uzantısı tarafından dekadan, dejenere, “hümanist” veya “judeo-komünist” olarak damgalanır.
“Kan ve toprak” çağrışımı, belirli bir etnik grup ile belirli bir coğrafi manzara arasında mistik bir bağ olduğu fikri, “otomatlar” ile “köleleştirilmişler” arasındaki ayrım, doğanın kıtlığa, ırksal “hiyerarşiye”, rekabete ve “seçilime” dayalı ideal sosyal ilişkiler için bir taslak olduğu fikri, romantik-irrasyonalist doğa anlayışının gelişmiş milliyetçi biçiminin nitelikleridir. Bu kavrayış, sınıfsal ve sosyal mücadelelerin ulusal ve ırksal çizgiler boyunca proleterya içi çatışmaya çevrilmesi ve saptırılmasına yönelik ideolojik programın ayrılmaz bir parçasıdır. Eşitsizliği ve hiyerarşiyi doğal durum olarak onaylamayı ve sağlamlaştırmayı amaçlamaktadır.
Tarihsel faşizm ve Nazizm tarafından desteklenen doğa anlayışının bu iki kutbu uzlaştırma girişimi olduğunu belirtmek önemlidir. Pozitivist bilgi ve teknolojik know-how, ölümsüz “Volk” ve “manevi” olanın güçlü bir kimlik duygusuyla birleştirildi. Yeni bir dünya düzeni içinde ulusun palingenezi, Ari ve Ari olmayan kültürlerin mitik çatışması kavramını – varoluş için ölümüne bir mücadele – ırk antropolojisi, Sosyal Darwinizm ve öjenik gibi sözde bilimsel unsurlarla ilişkilendirdi. Doğu’da toprak ıslahı aynı zamanda “toprağa geri dönüş” ve “arındırıcı bir yıkım süreci, yerli Slav ırklarının acımasızca boyun eğdirilmesi ve ‘yeniden yerleştirilmesi’, kültürlerinin ortadan kaldırılması, Yahudilerin, komünistlerin, savaş esirlerinin ve yıkıcı ya da disgenik kokan her şeyin yok edilmesi yoluyla” yaratılması amaçlanan teknokratik bir “ütopyanın” (yani distopyanın) gerçekleştirilmesine yönelik ırksal bir projeydi.”4
Ekolojik kriz ve gerici ideolojilerin yükselişi
Bu makalenin ilk bölümünde anlatılan ekolojik kriz, 2008’deki “Büyük Durgunluk”tan bu yana tüm tarihsel dönemin alt katmanını oluşturan sermayenin yeniden üretiminin uzun süreli krizinin kilit bir yönüdür. Üniter sermaye “polikrizinin” bir başka biçimi olan küresel bir sağlık krizi olan SARS-CoV-2 salgınının patlak vermesi,5 kapitalist üretimin insan-dışı dünyayla ilişki kurma biçiminin bir ürünüdür ve en güçlü ekonomilerin bile uzun süreli ekonomik durgunluktan ve aşırı düşük büyüme oranlarından kurtulmak için mücadele ettiği bir zamanda meydana gelmiştir. İklim değişikliğinin neden olduğu mevcut ve beklenen aksaklıklar, süregelen yoksulluk ve şiddet felaketleriyle kesişmektedir. Bu sorunlar karşılıklı olarak birbirlerini şiddetlendirmekte ve güçlendirmekte, biri diğeri aracılığıyla ortaya çıkmaktadır.
Pandemi sırasında ve “enflasyon krizi”nin patlak vermesinin ardından kapitalist sosyal yeniden üretim ve birikimi desteklemek için alınan önlemler, kârlılığın ve sermayenin küresel düzeyde genişletilmiş yeniden üretiminin daha derin sorunlarını tersine çeviremedi. Sonuç olarak, ekonominin “yumuşak inişi” hakkındaki tüm gevezeliklere rağmen, ana akım ekonomistler bile önümüzdeki dönem için uzun bir seküler durgunluk (hatta “stagflasyon”) dönemi öngörmeye devam ediyor. Dünyanın pek çok yerindeki yoksun veya kasvetli yaşam koşulları nedeniyle, COVID kısıtlama önlemlerinin kaldırılmasıyla birlikte göç akışlarında önemli bir toparlanma meydana geldi. Ukrayna ve Dağlık Karabağ’dan Filistin, Eritre ve Batı Sahel’e, ayrıca Haiti, Küba ve Venezüella’ya kadar, insanların yerinden edilmesi son zamanlarda muazzam boyutlara ulaşmıştır. Bu durum hemen her yerde iklim değişikliğinin olumsuz etkileri (kuraklıklar, seller ve orman yangınları), askeri çatışmaların patlak vermesi ve pandeminin getirdiği artan yoksullaşma, yükselen gıda fiyatları ve küresel Kuzey’deki merkez bankalarının faiz artırımlarının dünyanın en yoksul ülkeleri üzerindeki etkileri gibi faktörlerden kaynaklandı.
Kapitalist krizin ekolojik boyutunun, doğrudan ve dolaylı olarak çok sayıda insanın yerinden edilmesiyle bağlantılı olduğu ve göç akımlarında önemli bir artışa yol açtığı için mevcut çelişkileri şiddetlendirdiği açıktır. Bu nedenle, eşitsizliği ve “en güçlünün hayatta kalmasını” kaçınılmaz ve geri dönülmez “doğa gerçekleri” olarak sunan klasik gerici Sosyal Darwinist yanılsamalara ek olarak (örneğin, COVID inkarcılığına ve aşı karşıtı söyleme nüfuz eden “doğal bağışıklığın” sözde üstünlüğüne ilişkin yanılsamalar), neo-Malthusçuluğun çeşitli kusulmuş versiyonları da yeniden ortaya çıkmıştır.
Bu ideolojinin sözde daha “ayık” bir versiyonu, Garrett Hardin’in 1974 tarihli “Lifeboat Εthics” adlı makalesinde ortaya koyduğu ana noktaları, yani dünyanın, zengin ülkelerin sakinlerinin filikalarda yüzdüğü, daha yoksul bölgelerdeki dezavantajlı insanların ise akıntıya bırakıldığı bir okyanus gibi olduğunu yeniden üretmektedir. Hardin’e göre filikaların kapasitesi sınırlıdır ve zengin ülkeler yoksulların filikaya binmesine izin verirse herkes mahvolur: “Tam adalet, tam felaket.” Örneğin Sahra Wagenknecht gibi post-sol gericiler, “refah devleti “nin sınırlı kaynaklarının ulusun vatandaşlarına tahsis edilmesi gerektiğini iddia ederek, kemer sıkma önlemleri yoluyla kıtlığın sosyal olarak dayatılmasını teşvik eden neoliberal kemer sıkma rejimlerinin söylemine katılmaktadır. Ancak mevcut kıtlık “doğal” değil, kapitalist birikimin iç dinamikleri tarafından sosyal ve siyasi olarak koşullandırılmıştır.
Daha küstah bir gerici nüfus ideolojisi ise aşırı sağ, “alternatif sağ” ve düpedüz Naziler arasında oldukça popüler olan sözde “Büyük Yer Değiştirme” teorisidir. Bu komplo teorisine göre, “küreselci elitler” kitlesel göç, farklı demografik büyüme ve beyaz Avrupalı ve Amerikalıların doğum oranındaki düşüş yoluyla beyaz nüfusun yerini demografik ve kültürel olarak beyaz olmayanlarla ve özellikle de Müslümanlarla değiştirmektedir. Doğum oranındaki bu düşüş “cinsiyet ideolojisine”, kitlesel aşılamalara, “üretilmiş hastalıklara” (COVID bu şekilde tasvir edilmiştir), chemtrails’e, kürtajın yasallaştırılmasına, zihin kontrolüne ve medya manipülasyonuna, genetiği değiştirilmiş soya fasulyesi ve diğer GDO’larda bulunan “ksenoöstrojenlere” atfedilmekte ve tüm saçmalıklar hız kesmeden devam etmektedir. “Büyük Yer Değiştirme” komplo teorisi, daha “saygın” neo-Malthusçu söylemlerle, toplumun “daha çalışkan ve daha değerli üyelerini” tehdit ettiği öne sürülen yoksulların aşırı üremesine yönelik bir küçümsemeyi paylaşmaktadır.6
Yeni Zelanda’da 15 Mart 2019’da ibadet eden 51 Müslüman’ı öldüren ve kendini “Etno-milliyetçi Ekofaşist” olarak tanımlayan kişinin internette yayınladığı “Büyük Yer Değiştirme” başlıklı manifesto, “beyaz ulusların” doğurganlık oranının beyaz olmayan “ırklara” kıyasla azalmasından yakınıyor. Katilin zehirli söyleminde yazdığı gibi: “Çevre aşırı nüfus nedeniyle yok ediliyor, biz Avrupalılar dünyayı aşırı doldurmayan gruplardan biriyiz. Dünyayı aşırı nüfuslandıranlar işgalcilerdir. İstilacıları öldürün, aşırı nüfusu öldürün ve böylece çevreyi kurtarın.” İklim değişikliğinin göç ve doğum oranları ile doğrudan bağlantılı olması dikkat çekicidir. “İklim değişikliği bu kadar büyük bir sorunken neden göç ve doğum oranlarına odaklanılıyor” sorusuna cevaben “Çünkü bunlar aynı sorunlar” diye yazıyor.
İklim değişikliği inkârcılığı
İklim değişikliği ile “Büyük Yer Değiştirme” arasındaki sapkın bağlantı, yerelleştirilemeyen ortak bir felaket duygusuna bağlanabilir. Bununla birlikte, ortaya çıkan ve bileşimi hem sağdan hem de soldan gelen aşırı sağ akımın standart yaklaşımı iklim değişikliği inkârcılığıdır. İnkârcılığın çeşitli biçimleri vardır: eğilim inkârcılığı (“sıcaklık artışı yok”), atıf inkârcılığı (“buna insanlar değil güneşin döngüleri neden oluyor”), etki inkârcılığı (“hiçbir zararı olmayacak, aksine ormanların büyümesine yardımcı olacak”), eylem inkârcılığı (“hiçbir şey yapamayız / yapmamıza gerek yok”) ve aciliyet inkârcılığı (“yanıt vermek için hala çok zamanımız var”). İklim değişikliği inkarcılığının bu akım içinde hakim olmasının nedeni, en önemli enerji kaynağı olarak fosil yakıtlara ayrılmaz bir şekilde bağlı olan kapitalist üretimin ulusötesi yapısı ve mantığının bir ifadesi olan küresel bir olgu için suçu göçmenlere atmanın ve milliyetçi yerel nedenler keşfetmenin zor olmasıdır.
İklim değişikliğinin inkârı, bir üretim tarzı olarak kapitalizmin eleştiriden muaf kalmasını sağlar, dolayısıyla da üretim ilişkilerinin dönüştürülmesi ihtiyacını bastırmaktadır. Bunun yerine, esas olarak en yoksul halklar tarafından deneyimlenen (kıtlıklar, hastalıklar, iç çatışmalar, vb.) dehşet verici sosyal sonuçları ve acıları kendi beceriksizliklerine atfedilir. Bunun da ötesinde, nedenlerini ele almak yerine, iklim krizinin sonuçlarının militarize yönetimi bağlamında ölümcül güvenlik önlemleri alınmaktadır. Sam Moore ve Alex Roberts’ın The Rise of Ecofascism’de gözlemledikleri gibi, “İnkarcılık çevresel sınırları zorlayarak riskleri başkalarının üzerine yıkmaya çalışır. Güvenlikleştirme ise bu riski kârlı bir kontrole dönüştürüyor. İki ayrı eğilimden ziyade, doğa ve toplumun yönetişiminin iki yüzü olarak giderek daha fazla hizalanıyorlar: biri riski üretiyor ve yerinden ediyor, diğeri ise sermayeleştiriyor.”7 Bunun en iyi örneği, bir yandan iklim değişikliğinin varlığını inkar eden, diğer yandan da iklim krizinin yarattığı göçmen akınını önlemeye hizmet eden ABD’nin Meksika sınırındaki duvarın genişletilmesini destekleyen Trump yönetiminin politikasıdır.
Gerici ekoloji ve komplo teorileri
İklim değişikliğinin inkârının öncülüğünü yapan aşırı sağcı güçlerin aynı zamanda çevrenin korunmasından yana yerelci ve milliyetçi bir söylemi dile getirmeleri ve hatta rüzgâr türbinlerinin kurulmasına karşı protestolara ve diğer yerel çevre mücadelelerine dâhil olmaya çalışmaları şaşırtıcı değildir. Bu tür bir çevrecilik doğanın kapitalist sömürüsüne saldırmamakta, meseleyi “yerli toprağın” ve peyzajın, “geleneksel” ulusal kültürün ve yaşam biçiminin savunusuna kaydırmaktadır. İtalya’da CasaPound, Britanya’da Yurtsever Alternatif ve Yunanistan’da Altın Şafak (GD), karbon emisyonlarının yapısal durumunu savunurken (örneğin Kuzey Yunanistan’da elektrik üretimi için linyit çıkarılması ve yakılması), yerel çevrenin (örneğin GD’nin yerel kadroları için Mora Yarımadası’nın güneyindeki Mani dağları) tahrip edilmesini doğal sınırların çirkin bir ihlali olarak ele almıştır.
Kapsayıcı iklim krizinin ele alınması, genel olarak üretimin ve özellikle de enerji üretiminin radikal bir dönüşümünü gerektirecektir. Buna karşın, “yeşil kapitalizm” ve “yenilenebilir enerji üretiminin” geliştirilmesi, çevresel felaket sorununa bir çözüm oluşturamamakta ve başka şekillerde daha da fazla zarar yaratmaktadır. Dünya Bankası’na göre, 2050 yılına kadar küresel ekonominin kabaca yarısını beslemek üzere yıllık yaklaşık 7 terawatt elektrik üretecek kadar güneş ve rüzgar enerjisi tesisi kurmak için gerekli olan malzeme çıkarımındaki artış muazzamdır: 17 milyon ton bakır, 20 milyon ton kurşun, 25 milyon ton çinko, 81 milyon ton alüminyum ve en az 2,4 milyar ton demir.8 Yenilenebilir enerjilere geçiş, mevcut maden çıkarma seviyelerinde büyük bir artış gerektirecektir. Sıfır emisyon hedefine ulaşabilmek için rüzgar türbinlerinde temel bir element olan neodimyum talebinin yüzde 35 oranında artması gerekirken, güneş enerjisi teknolojisi için gerekli olan indiyum talebinin üç katına çıkacağı, enerji depolama için gerekli olan lityum talebinin ise 27 kat artacağı tahmin edilmektedir. Sadece lityumu incelersek, lityum madenlerinden kaynaklanan kimyasal sızıntılar Şili’den Arjantin’e, Nevada’dan Tibet’e kadar nehirleri zehirleyerek tüm tatlı su ekosistemlerini yok etmiştir.9 Ve bu rakamlar sadece mevcut kapitalist üretim için gereken gücü kapsamaktadır. Başka bir deyişle, sosyal yeniden üretimde radikal bir dönüşüm olmadığı sürece, “temiz enerji” denilen şey de fosil yakıtlar kadar yıkıcı hale gelebilir.10
Ancak gerici güçlerden kaynaklanan eleştiri, kapitalist üretim tarzına ve kapitalist birikim dinamiğine odaklanmamakta, “sıradan insanların”, küresel yönetimi (“Yeni Dünya Düzeni”)11 sağlamak ve/veya “dünya çapında milyarlarca dolarlık bir endüstriyi” teşvik etmek amacıyla yerel çevreyi, yaşam biçimini ve ekonomiyi tahrip ederek kendi çıkarlarını desteklemek için “iklim değişikliği yalanını” kullanan kozmopolit, liberal “elitler” – sözde “küreselciler” – tarafından tehdit edildiği milliyetçi-popülist bir anlatıyı teşvik etmektedir.”12 Elbette iklim değişikliği dünyanın dört bir yanındaki kapitalist şirketler tarafından kâr elde etmek için sömürülmektedir. Ancak, sermaye kesimlerinin bu sömürüden kar elde edebiliyor olması, Pfizer’in muazzam karlar elde etmesinin COVID’i bir aldatmaca haline getirmesi gibi, elbette “iklimin bir aldatmaca olduğu” anlamına gelmez. Kapitalist metalaştırma ve karlılığın nasıl işlediğine dair ciddi bir kavrayış eksikliğine ihanet eden bu tür sonuçlara varmak için tüm eleştirel düşünme kapasitelerinden vazgeçmiş olmak gerekir.13
Komplo düşüncesi sadece hoşnutsuzluğu kapitalist sosyal ilişkilerden uzaklaştırmakla kalmaz. Aynı zamanda hükümetler tarafından başarısızlıklarının sorumluluğunu en uygun günah keçilerine atmak ve öfkeyi nüfusun en zayıf ve en marjinal kesimlerine yöneltmek için araçsallaştırılır. Yunanistan örneğinde, orman yangınlarının tüm bölgelerin insansızlaştırılması, arazi kullanımının değiştirilmesi, rüzgar türbinlerinin kurulması gibi amaçların bir parçası olarak kundakçılar ya da bir başka versiyonda Türkiye’den gelen gizli ajanlar veya ülkeye karşı komplo kuran şüpheli unsurlar tarafından çıkarıldığına dair yaygın komplo teorileri Yunan devletinin resmi söyleminin bir parçası haline gelmiştir. Yunanistan’ın şu anki başbakanı Mitsotakis, resmi itfaiye açıklamaları yangını kuru fırtına fenomeni bağlamında yıldırıma bağlasa da, Ağustos 2023 Meriç yangınlarının eşi benzeri görülmemiş felaketinden göçmenlerin/mültecilerin sorumlu olduğuna dair komplocu ırkçı anlatıyı tekrarlamaktan ve teşvik etmekten çekinmemiştir. Aynı zamanda, sınırda yasadışı olarak göçmen ve mültecileri gözaltına alan, işkence eden ve soyan faşist milislere siyasi kılıf uydurarak, ırkçı katliamları (var olmayan) kundakçılara karşı “kanunsuz adalet” eylemleri olarak sunmuş, bu milislerin yerel makamlar, sınır muhafızları ve polisle tam bir işbirliği içinde oluşturulduğu gerçeğini tamamen görmezden gelmiştir.
Yunan hükümeti tarafından benimsenen ve araçsallaştırılan bir başka inkârcı uygulama da bilim insanlarının ve kurumlarının ulusun alçak bir düşmanının siyasi gündemine hizmet ettiği suçlamasıdır (bazı durumlarda bu düşman küreselci elitlerle özdeşleştirilirken, diğer durumlarda düşman ülkelerin çıkarlarına hizmet eden hain solcularla özdeşleştirilmektedir). İlk olarak Çevre Bakanlığı, Avrupa yeryüzü gözlem programı Copernicus’a (Avrupa Birliği Uzay programının yeryüzü gözlem bileşeni olan ve daha sonra sel felaketine yardım etmesi için resmi olarak çağrılan program) saldırarak, uydu görüntülerinin “düşük çözünürlüklü” olması nedeniyle yangınların tahrip ettiği geniş alana ilişkin değerlendirmesinin yanlış olduğunu iddia etmiştir. Yeni Demokrasi milletvekilleri daha sonra Atina Ulusal Gözlemevi’ne saldırarak, büyük yangınlar ve yanan alanlardaki büyük artışla ilgili yayınladığı veriler nedeniyle propaganda ve siyasi oyunlar yürüttüğünü iddia etmiştir. Devlet yetkililerinin, eşi benzeri görülmemiş sıcaklık, kuraklık ve iklim değişikliği nedeniyle daha önce görülmemiş sıklıkta geri dönen aşırı sellerin neden olduğu felaketlerle başa çıkmada devlet altyapısı ve hizmetlerinin toplam yetersizliği ve beceriksizliğini örtbas etmek için faşist aşırı sağın yöntemleri ve dili de dahil olmak üzere her türlü aracı kullanmaktan çekinmeyeceği açıktır.14
Post-faşizm
Böylesi bir otoriter yaklaşım, iklim krizinin maliyet ve risklerini küresel proletaryanın en zayıf kesimlerine yükleyerek doğanın yağmalanmasının engellenmeden devam etmesini sağlayabilir. Artan antagonizma ve devlet otoriterliğinin her türlü talebe karşı sertleşmesi karşısında, “yerli” proleter nüfusun önemli bir kısmının kendisini iktidardaki otoriterlikle aynı hizaya getirmesi ve proletarya içindeki bölünmelerin derinleşmesi yoluyla iklim değişikliği sorunu da dahil olmak üzere her sosyal soruna otoriter bir “çözümü” bir hayatta kalma stratejisi olarak kabul etmesi muhtemeldir.
Bu eğilimin siyasi ifadesi, dünyanın dört bir yanında ya iktidarı ele geçiren (Arjantin, Macaristan, İtalya) ya da otoriter neoliberal güçlerle (son 35 yılda neoliberal partilere dönüşen sözde sol ve sosyal demokrat partileri de içeren) dönüşümlü olarak hareket eden yeni bir aşırı sağ akımın ortaya çıkışında görülebilir. Her iki durumda da, belgesiz göçmenlerin ve dışlanmış vatandaşların (Romanlar, uyuşturucu bağımlıları ve evsizler) insanlıktan çıkarılması normalleştirilmiştir. Sözde “sistem karşıtı” karakter maskesi, yeni aşırı sağ akımın, işçi sınıfının ve küçük burjuvazinin en gerici ve hoşnutsuz kesimlerini, ulusal homojenliğin ve sosyal istikrarın restorasyonu, yani ulusal sosyal sermayenin yeniden üretim döngüsünün birliğinin şiddetli bir şekilde restorasyonu lehine kitlesel olarak harekete geçirmesini sağlıyor.15 Macar Marksist Gaspar Miklos Tamás’ı takiben, neoliberalizm, milliyetçilik, özgürlükçü bireycilik ve modern demokrasi unsurlarını bir araya getiren ve aynı zamanda konsolide artı nüfusu, yani en yoksul ülkelerdeki insanların çoğunluğunu ve gelişmiş ülkelerdeki nüfusun önemli bir bölümünü oluşturan, “insani” yardım ve “kayıt dışı” ekonomi yoluyla hayatta kalan, emek gücünü sömürü için bile satamayan nüfusu resmi veya gayri resmi olarak vatandaşlıktan dışlayan bir siyaset biçimini ifade eden bu akıma post-faşist16 diyoruz.
* * *
Şimdiye kadar, karşı karşıya olduğumuz korkunç durumun kabaca bir resmini çizdik. İklim krizinin en temel biçimlerinden biri olduğu uzun süreli kapitalist “çoklu kriz” döneminde, son 15 yılda ortaya çıkan ve pekişen post-faşist akım ve rejime yönelik eleştirimiz, mevcut konjonktürde ekolojik krizin sözde “sürdürülebilir kalkınma”, “döngüsel ekonomi”, “Yeşil Anlaşma” ve benzeri stratejiler aracılığıyla “normal” yönetimine yönelik eleştirinin gerekli bir tamamlayıcısıdır. “Normatif” (“demokratik yay”) ve “ayrıcalıklı” devletin (her renkten post-faşistler) iki kutbu birbirini dışlamaz, karşılıklı olarak birbirini güçlendirir. Toplumsal bir eleştiriyi sürdürmeye yönelik her türlü girişim eş zamanlı olarak her iki kutba da karşı çıkmalıdır. Kapitalist kriz ve özellikle de onun ekolojik biçimi tarafından tesis edilen “zorunluluk hali” bir felaketler ve yıkıntılar birikimidir. Bununla birlikte, gezegensel ekolojik dengenin tahrip edilmesi bugün hala “politik ekonominin eleştirisinin somut bir yönü”17 olmaya devam etmektedir. “Entropi öngörülebilir ama yeni bir şeyin doğuşu öngörülemez. Teorik hayal gücünün rolü, en kötü senaryonun olasılığı tarafından ezilen bir şimdiki zamanda, yine de açık kalan çeşitli olasılıkları ayırt etmektir.”18 Bize gelince, sermaye dünyasına karşı devlet ve milliyetçilikle ilgili her şeyi zorunlu olarak reddeden sınıfsal ve sosyal mücadelelerin açabileceği olanakları görmeye devam ediyoruz.
- Kuşkusuz, ne doğa hakkındaki bilgimizin içeriği ne de onun maddi varlığı, kavramın malzemesi kavrama tam olarak asimile olmaya direnen bir kalıntıyı koruduğu için, onun aracılığının toplumsal biçimi tarafından tüketilmez. “Doğa sosyal bir kategoridir. Yani, sosyal evrimin belirli bir aşamasında doğadan neyin geçtiği, bu doğa ile insan arasındaki ilişkinin oluşumu ve insan ile doğanın karşı karşıya gelme biçimi, kısacası doğanın biçim ve içeriği, kapsamı ve nesnelliği bakımından neyi ifade ettiği, hepsi sosyal olarak koşullanmıştır.” G. Lukács, History and Class Consciousness, Studies in Marxist Dialectics, MIT Press, 1971, 234. ↩︎
- K. Marx, Capital Vol. III, Penguin, 1981, 911. ↩︎
- G. Lukács, History and Class Consciousness, 136, 214. ↩︎
- Roger Griffin, Modernism and Fascism, Palgrave, 2007, 324-326. ↩︎
- Bu terimi popülerleştiren Adam Tooze’a göre “polikriz”, nedenleri ve süreçleri ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlı olan ve bileşik etkiler yaratan çoklu krizlerin tarihsel bir çıkmazıdır. Gördüğümüz gibi, “polikriz” sermayenin yeniden üretim krizinin çok değerlikli görünümüdür. ↩︎
- R. Malthus, An Essay on the Principle of Population, ESP, 1998 [1798], 27. ↩︎
- Sam Moore & Alex Roberts, The Rise of Ecofascism. Climate Change and the Far Right, Polity, 2022, 44. ↩︎
- “The Growing Role of Minerals and Metals for a Low Carbon Future,” World Bank, 2017. bkz. ↩︎
- Amit Katwala, “The Spiraling Environmental Cost of our Lithium Battery Addiction,” Wired, 5.8.2018. bkz. ↩︎
- Jason Hickel, “The Limits of Clean Energy,” Foreign Policy, 6.0.2019. bkz. ↩︎
- Daha 2003 yılında Oklahoma Cumhuriyetçi senatörü James Inhofe, sera gazı emisyonlarının azaltılmasına yönelik Kyoto Protokolü’nü destekleyenlerin küresel yönetişimi hedeflediklerini iddia etmiştir. bkz. ↩︎
- Martin Durkin, The Great Global Warming Swindle documentary. bkz. ↩︎
- Sol ve anarşist çevrelerin azımsanmayacak bir kısmının sığ bir popülist anti-kapitalizm/anti-emperyalizm ve/veya neo-romantik bir bilim ve teknoloji eleştirisini benimsemesi, bazı durumlarda aşırı sağın izlediğine çok yakın gerici anlatıların benimsenmesine yol açmıştır. Bu bağlamda, bireyci anarşist çevrelerden bile eko-faşist gruplar ortaya çıkmıştır (ITS). ↩︎
- Bu yetersizlik, uzun yıllar boyunca ormancılık ve taşkın koruma gibi temel kamu hizmetlerinin yetersiz finanse edilmesi yönündeki kasıtlı tercihten kaynaklanmaktadır. ↩︎
- Bu akımın bir toplumsal hareket olarak sol ve sağ ayrımının ötesinde, tarafsız olarak yansıtıldığını belirtmek önemlidir. Elbette şu ana kadar gündeme getirdiği konular, “uyanık/woke sola” ve “hakçılara” saldırmak, göçmenlerin sözde “istilası” ve yaklaşan bir “iklim kilitlenmesi” hakkında korku yaratmak, “çocuklarımızın bedenlerini ve DNA’larını” değiştirecek aşılara karşı ahlaki panik yaratmak gibi önceden var olan aşırı sağcı ve gerici planların bir parçasıdır. Bununla birlikte, sözde antisistemik karakteri bağlamında, bu akımın kendisini ana akım siyasetten bir kopuş olarak sunması ve sol ile sağ arasındaki geleneksel karşıtlığı aşan bir şey oluşturduğunu iddia etmesi önemlidir. Bu nedenle, kendini “ilerici”, solcu ve otorite karşıtı olarak tanımlayan bazı önde gelen kişilerin katılımı, bu akımın oluşumu için çok önemlidir. ↩︎
- G. M. Tamás, “On Post-Fascism,” Boston Review (bkz). Önemli farklılıklarının yanı sıra, faşizm ve post-faşizm arasındaki temel ortak unsur, ki bu ikinci durumda terimin ikinci bileşimini haklı çıkarmaktadır, devletin ikili biçimidir. Bir yanda, siyasi topluluğa ait olanlar için hukukun üstünlüğünün korunduğu “normatif devlet” (Normenstaat); diğer yanda, siyasi topluluktan dışlananlara yönelik muamelenin keyfi ve hukuk dışı hale geldiği “ayrıcalıklı devlet” (Maßnahmenstaat) vardır (Bu konuda bkz. Ernst Fraenkel, The Dual State. A Contribution to the Theory of Dictatorship, Oxford University Press, 1941). Günümüz dünyasında hukukun üstünlüğü güvencesinin dışında bırakılanlar, esas olarak kapitalist üretimin fazlası olan göçmenler ve mültecilerdir. Bununla birlikte, nüfusun hangi kısmının “normatif devletin”, hangisinin “ayrıcalıklı devletin” yetkisi altında olduğunu belirleyen ayrım çizgisi, yerel proletaryanın bazı kısımlarını da içerecek şekilde her zaman değiştirilebilir. Aşırı sağcıların “tekno-faşizm”, “sağlık apartheid’ı”, “iklim alarmcılığı faşizmdir” vb. söylemleri, gerçek dışlamalar (Asya ve Afrika’dan gelen mülteciler, Gazze’deki Filistinliler veya Nazi Avrupası’ndaki Yahudiler) ile var olmayanlar (aşı karşıtları, “beyaz Hristiyanlar” vb.) arasında uygunsuz ve geçersiz karşılaştırmalar yapmaya çalıştığı için burada dikkatli olmak gerekir. Takipçi çekmedeki propaganda değerinin yanı sıra, bu taktik post-faşistlerin daha temel bir amacına hizmet etmektedir: “apartheid”, “Holokost”, “faşizm” ve benzeri kavramları göreceleştirmek ve gayrimeşrulaştırmak. ↩︎
- Situationist International, The Real Split in the International, Pluto Press, 2003, s. 24. ↩︎
- Jaime Semprun and René Riesel, “Catastrophism, Disaster Management and Sustainable Submission,” 2008. bkz.